Altan Öymen, ‘İkinci Adam’ı anlattı: İnönü’nün en büyük mağlubiyeti, en büyük zaferiydi

“Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin makûs talihini de yendiniz. İstilâ altındaki talihsiz topraklarımızla birlikte bütün vatan, bugün en ücra köşelerine kadar zaferinizi kutluyor.”

Bu sözler, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı yöneten Büyük Millet Meclisi’nin Başkanı Mustafa Kemal Paşa’nın Garp Cephesi Kumandanı İsmet Paşa’ya 2. İnönü Zaferi’nden sonra 1 Nisan 1921’de gönderdiği kutlama telgrafından. İsmet İnönü, Atatürk’ün, “milletin makûs talihini yenme” payesini asker olarak paylaştığı tek kişi olarak da tarihe geçen “İkinci Adam”dır.

İstiklal Madalyası sahibi gazeteci Falih Rıfkı Atay’ın yazdıklarına göre, Mustafa Kemal Atatürk, hayatı boyunca defalarca “Çocuklar, Çankaya’da rahat ediyorsam, İsmet sayesindedir” der. Öyle ya, her kurucu liderin sırtını yasladığı, gerçekten güvendiği biri vardır. Bu yüzden, her şeyiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘İkinci Adamı’dır İsmet İnönü. Başkumandan’ın Batı Cephesi Komutanı da oydu, ilk Başbakanı da. İmparatorlukla büyümüş ulusun genç Cumhuriyet’i, 2. Dünya Savaşı Avrupası’nın dalgalı sularına sürüklenirken, dümeni devralmak da ona kalmıştır önder ölünce. Çok partili seçime kendi isteğiyle gitmiş, kaybedince “Benim bu mağlubiyetim en büyük zaferimdir” diyerek ‘kurucu babalar’dan olmasına rağmen, muhalefet sıralarında oturmayı bilmiştir.

50 yıl önce bugün hayatını kaybeden İsmet İnönü’yü T24 için, gazeteci olarak onunla uzun saatler mesai yapmış, hatta ilerleyen zamanda CHP Genel Başkanı olarak onun koltuğuna oturmuş Altan Öymen anlattı…


M.Kaan Kurtuluş – Altan Öymen

– Şevket Süreyya Aydemir, üçer ciltlik iki unutulmaz biyografi kitabında Atatürk’ü ‘Tek Adam’, İnönü’yü ise ‘İkinci Adam’ diye niteler. İnönü’ye yakışıyor sanırım bu tanım. Atatürk’ün yanında hem Milli Mücadele’de hem de Cumhuriyet’in kuruluşunda hep o vardı. Biraz bu tanımlamayı konuşalım…

Atatürk, insanlar ona bir şey sorduğunda şaka yollu olarak “Bir derdiniz olursa İsmet Paşa’ya başvurun” dermiş. İnönü, uzun yıllar boyunca ona gelen sorunların çaresini aramak durumunda kalmış, yani bir bakıma Atatürk için de çalışmalarını tamamlayıcı rol oynamış bir insan. Bakarsanız, Atatürk’ün görevlerinden biri Milli Mücadele’de Başkumandan, İnönü, Batı Cephesi Komutanı; Cumhuriyet’in ilanından sonra Atatürk Cumhurbaşkanı, İnönü Başbakan ve partinin genel başkan vekili. Ve tabii, Atatürk’ün ölümünden sonra Türkiye’nin ikinci Cumhurbaşkanı olan da İsmet Paşa. Hatta aralarındaki 3 yaş fark nedeniyle Harbiye’ye de ilk Atatürk başlamış, sonra İnönü gelmiş.  Bu ikinci adamlık durumu, ikisinin öğrenim zamanları açısından da var…
 
Atatürk, Milli Mücadele’nin lideri, ilk adımı atan da o. İnönü de onunla birlikte hem savaşta, hem de barışta önemli rol üstlenmiş. İkinci adamlığı barış döneminde de görürüz: Demokrasi adımını, Atatürk’le beraber atmışlardır, İsmet Paşa, onun vefatının ardından bunu tamamına erdiren kişidir; çok partili seçimleri yapmıştır. 
 
Yani birçok açıdan Atatürk’ün ve Cumhuriyet’in ‘ikinci adamıdır’ İnönü. Şevket Süreyya Aydemir’in onun için yaptığı yorum çok yerindedir: Milli Mücadele’nin “ayrılmaz bir parçasıdır”.


İnönü ve Atatürk

– Cumhuriyet’in kurulması uzun ve komplike bir süreç. Kurtuluş Savaşı’nda sahadaki kazanımların kağıda dökülmesi gerekiyor. Bunun için de bir bakıma Türkiye’nin kuruluş antlaşmasının imzalanacağı Lozan’a gidecek heyetin başına İnönü’yü getiriyor Atatürk. Ancak İsmet Paşa bir diplomat değil, bir asker. Neden bu yönde bir karar alınıyor?

İnönü, “Ben hayatım boyunca hazırlıklı olmadığım vazifelere getirildim, ama o görevlere layık olmak ve onları iyi yapabilmek için her zaman elimden geleni yaptım, çok çalıştım” derdi. Dediğiniz, aklıma bunu getirdi. 
 
Evet, Milli Mücadele’de Meclis’te diplomatik tecrübesi olan isimler vardı. Lozan’a gidilen dönemi düşünürsen, İsmet Paşa bir diplomat değil, asker. Başında kalpak var. Çok boylu poslu gösterişli biri de sayılmayabilir. Her şey bir kenara, yaşı gereği tecrübesi de fazla değil. Ama, lisan biliyor, o bir avantaj.
 
Ayrıca İsmet Paşa’nın, Milli Mücadele döneminde yapılan yarı-askeri, yarı-diplomatik müzakerelerde masa başında oturmuşluğu vardır. Mudanya’da ve daha önceki Fransızlarla Ankara’da yapılan Ankara mütareke müzakerelerinde Türkiye için önemli sonuçlar elde etmiştir İnönü ve silah arkadaşları, ama bunlar büyük oranda askeri görüşmelerdi. Bu görüşmelerde Türk tarafı, savaşı kazandığı belli olan taraftı. Taleplerinin karşılanması için büyük direnç göstermişti. 
 
Yine de Lozan’da 1. Dünya Savaşı’nın galipleri ile masaya oturulacaktı. Karşısında, ‘düvel-i muazzama’ temsilcileri olacaktı. O yüzden Atatürk’ün İnönü’yü heyetin başına getirme kararı devrim gibi bir şeydir. Bir diplomat yerine, asker tercih edilmiştir; ama İnönü çabaları ve çalışmaları sayesinde kendisine gösterilen güvenin ne kadar isabetli olduğunu göstermiştir. 


İsmet İnönü 19 Mayıs 1941’de Time’a kapak oldu.
Kapakta ‘Allah’a şükür, ben sağırım’ sözüne yer verildi.

– Şevket Süreyya Aydemir, ‘İkinci Adam’da İnönü’nün müzakerelerde gösterdiği direnci, “Yakın tarihimizde bir başka müdahalesi olmasaydı bile İsmet Paşa, yalnız Lozan’daki mihnetleri, direnişleri ile, unutulması mümkün olmayacak bir yer işgal edebilirdi” diye anlatır. Türkiye o dönem, bir devlet olarak tanınma mücadelesi veriyor. Biraz bu direnci anlatır mısınız? 

Bir olayı anlatarak başlayayım: Lozan’da görüşmelerin başlangıcı için ev sahibi İsviçre’ye teşekkür konuşması yapılacak. İngilizlerden Lord Curzon, tüm katılımcılar adına yapmak istiyor açılış konuşmasını. Konuşmada Curzon, 1. Dünya Savaşı’nın galip devletleri adına konuşacak. Yani Türkiye’yi listeye koymuyorlar. İnönü, “olmaz” diyor. “Ben de konuşacağım. Siz burada artık galip devlet değilsiniz. Şartlarımız eşittir.” Ve kabul ettiriyor talebini. Fransızcası mükemmel olmasa da kürsüdeki tavrıyla, ‘ben eşit şartlar altında buradayım’ diyor. Yani Türkiye’nin görüşmelerde bir galip devlet olarak bulunduğunu vurguluyor daha ilk gününde görüşmelerin. 
 
Aylar süren görüşmeler boyunca Türkiye’nin bir devlet olarak eşit tanınmasının mücadelesini veriyor Paşa. Haklı, tabii, Türkiye galip devlet. Zamanla karşıdakiler de yavaş yavaş kabul ediyorlar. Sovyetler Birliği gibi dinleyici olarak gelen ülkeler de var. Onların üzerinde de iyi bir tesir yapıyor, tabii bir taraftan ‘adam haklı’ diyenler de oluyor. Zamanla, Yunanistan’dan Venizelos’un da sesi kısılıyor. 
 
Ayrıca, İnönü, durmadan hareketleriyle de mesaj veriyor. Örneğin Lozan’a eşi Mevhibe Hanım’la gidiyor. Türkiye’de o zaman Cumhuriyet henüz ilan edilmemiş, ama devletin laik olma yolunda olduğu belli. İnönü, orada Mevhibe Hanım’la yürüyerek ‘biz eski Osmanlı İmparatorluğu değiliz, Cumhuriyet yolunda bir devletiz, medeni bir ülkeyiz’ tavrını da gösteriyor. 
 
Görüşmelerin kesilmesine varan dönemde de inanılmaz bir direnç gösteriyor İsmet Paşa. Lord Curzon, “İngiltere’ye giden treni kaçıracağım” deyip toplantıları ertelemeye çalışınca hiç düşünmeden rest çekebiliyor. Ülkesine dönüyor. Ama son turda, dediklerinin çok büyük bir kısmını kabul ettirebilen ülke Türkiye oluyor.
 
Lozan’da çözümlenmeyen sorunlar da var, Boğazlar ve Hatay meseleleri gibi. Bunlar da ileri tarihlerde çözümleniyor. 


Türk heyetine liderlik eden İsmet İnönü, Lozan görüşmelerinde.

İnönü’nün ‘savaş’ diplomasisi

– İsmet İnönü’nün yaşamını konuştuğumuzda ‘direnç’ hep öne çıkan bir tema sanırım. 2. Dünya Savaşı dönemi de bunun en önemli örneklerinden diye düşünüyorum. Tüm Avrupa savaştayken, komşular işgal altındayken savaşa girmiyor Türkiye. Cumhurbaşkanlığı döneminde bunu nasıl başardı İnönü?

2. Dünya Savaşı en büyük başarılarından biridir İnönü’nün. Bunu anlamak için biraz dönemin şartlarını da hatırlamak lazım. 
 
Savaşta Mihver Devletleri var: Almanya, İtalya ve Japonya, başı çekiyor. Karşılarında ise İttifak Devletleri: İngiltere ve Fransa, daha sonra da ABD katılacak onlara… 
 
Türkiye 1920’lerden itibaren Sovyetler Birliği’yle çok iyi ilişkiler içinde. Aramızdaki antlaşmalar nedeniyle bir başka ülkeyle herhangi bir konuda anlaşacağımız zaman onlara da haber vermemiz gerekiyor. Onların da aynı şekilde bize haber vermeleri öngörülmüş. Cumhuriyet Bayramı törenlerine gelip gidiyor Sovyet temsilcileri. Kurtuluş Savaşı’na katkılarından dolayı, Taksim’deki Cumhuriyet Anıtı’nda Sovyet Generalleri de temsil edilir. O kadar iyiydi ilişkilerimiz.
 
Avrupa’da savaş iyice geliyorum diyor artık 1930’ların sonuna doğru. 1939’da Nazi Almanyası artık Avusturya’yı kendine bağlamış, Çekoslovakya’dan, önce Südet bölgesini almış, sonra daha fazlasını… Polonya’dan toprak istiyor. İngiltere ve Fransa, o zamana kadar Hitler’in ‘olup bitti’lerine itirazlarını sürdürmemiş. Fiilen kabul etmiş Alman yayılmacılığını uzun süre. Ama artık, bardak taşmak üzere…
 
Türkiye aslında tarafsız bir ülke olarak kalmak istiyor, ama kendisine Akdeniz’de tehdit oluşturan İtalya’ya karşı da önlem alması lazım. Türkiye de buna karşı, 1939’da Fransa ve İngilizlerle Türk-İngiliz-Fransız Yardımlaşma Antlaşması’nı hazırlamış. Buna göre Türkiye saldırıya uğrarsa Fransa ve İngiltere savaşa girecek. Türkiye de diğer iki ülke saldırıya uğrarsa aynısını yapacak. Öyle ihtimallere karşı, İngiltere ve Fransa’nın Türkiye’ye silah yardımı ve mali katkı yapacağına dair kuralları da gizli ek protokollere konulmuş… 
 
Başlangıçta, dünyada Sovyetler ile Almanya’nın iş birliği yapacağına ihtimal veren pek kimse yok. Hitler hapisteyken yazdığı ‘Mein Kampf’ta Rusya topraklarını ‘Almanlara yaşam alanı’ yapmak istediğini yazmış. Naziler, zaten komünistleri düşman sayıyor. Biri faşist, diğeri komünist rejim, düşman olmaları doğal. Bu açıdan genel beklenti şu: Savaş çıkarsa, Ruslar, Almanlara karşı savaşta yer alacak. İngilizler ve Fransızlarla aynı safta olacak. Biz de İtalya’ya karşı İngiltere ve Fransa’yla birlikte olacağımız için, kendimizi koruma olanaklarımızı artırmak yolundayız. Kendimizi daha güvenli bir durumda görüyoruz.
 
Ancak 23 Ağustos 1939’da dünyayı şoke eden haberi, tüm uluslararası ajanslar geçiyor. Moskova’da Sovyetler Birliği ve Almanya arasında, iki ülkenin dışişleri bakanlarıyla anılan Molotov-Ribbentrop Paktı imzalanıyor. Tüm dünya bunu ‘saldırmazlık paktı’ olarak biliyor, ama gizli maddeleri var. Almanya ve Sovyetler bu maddeler doğrultusunda Polonya’yı ikiye bölüp aralarında taksim etmek üzere anlaşmışlar… Sovyetler’le bu şekilde anlaşan Almanya, 1 Eylül 1939’da Polonya’ya hücum ederek, savaşı başlatıyor. Bütün dünya şaşkınlık içinde. Ve kısa bir süre, o gizli protokol maddelerinin sonucu da ortaya çıkıyor. Almanya, Polonya’yı yarı yarıya işgal ediyor. Geride kalan toprakları da Sovyet Rusya’ya ikram ediyor.  Ayrıca, şu da anlaşılıyor: Almanya’nın yayılmacılığına paralel olarak, Rusya’nın yayılmacılığı da devam edecek. Almanya’yla o noktada da anlaşmışlar. Nitekim, Baltık devletlerine, Finlandiya’ya, Romanya’ya karşı da yeni yeni taleplerde bulunmaya başlıyor SSCB…
 
Durum böyle olunca, Türkiye de kaygılı bir durum içine giriyor. Ama ‘Rusya herhalde bize saldırmaz’ umudunu sürdürerek Dışişleri Bakanı Şükrü Saracoğlu’nu Moskova’ya gönderiyor. Saracoğlu burada Rus Dışişleri Bakanı Molotov’a, özetle “Biz düşündük taşındık bir saldırmazlık antlaşmasıyla ilişkilerimizi yine geliştirelim dedik. Bizim niyetimiz savaş dışında kalmak, kimseye karışmak değil. Bizim meselemiz İtalya’yla, ama onu herhalde kendimiz halledebiliriz, sizinle de hem sınır komşusuyuz hem de Milli Mücadele’den beri dostuz” diyor. Ve Türkiye’nin bu dostluğu bir paktla pekiştirmek önerisini bildiriyor.
 
Molotov hiç istifini bozmadan dinliyor. Sonra da özetle şu yanıtı veriyor Saraçoğlu’na: “Tabii bir noktada onu konuşuruz da bizim bir Boğazlar mevzumuz var. Siz orayı tek başınıza müdafaa edemeyebilirsiniz, biz de orada asker konuşlandıralım. Boğazların savunmasını ortaklaşa yapalım. Bu konuda anlaşalım. Sonra diğer konuyu da konuşalım” diyor.
 
Saracoğlu teklifi tabii hemen reddediyor. Molotof, “Bunu önce hükümetinize sorun. Sonra görüşelim” diyor. Saraçoğlu, “Bunu burada reddetmeye yetkim müsaittir” diyor. “Bugünkü görüşmemiz bir boğuşma gibi oldu” diyor Ankara’ya yazdığı raporda da. Meclis görüşmeden sonra toplanıyor, tartışmalar yaşanıyor. Moskova’daki görüşmelerin devamı da erteleniyor. Ve Saraçoğlu, bir süre Moskova’da bekledikten sonra Türkiye’ye dönüyor. Ankara, “Sovyetler’le anlaşamadık” açıklamasını kendi kamuoyuna da açıklıyor. Ayrıca hazırlanmış olan İngiliz ve Fransızlarla antlaşmasını hemen yürürlüğe sokuyor.  
 


1939 Erzincan Depremi’nden sonra depremin olduğu bölgeye giden İsmet İnönü’ye sarılan,
‘Kocam sizin yanınızda askerdi’ diye ağlayan bir kadın

– Tabii bunun devamında da Türk-İngiliz-Fransız Yardımlaşma Antlaşması’nı tetikleyecek gelişmeler oluyor…

Evet, Avrupa kızışmaya devam ediyor. Almanya ilerleyen süreçte Avrupa’da yayılmaya devam ederken Fransa’ya da girdi. Fransa’nın ‘geçilmez’ dediği Maginot Hattı’nı da hızlı bir şekilde aştı. Paris’e kadar iniyorlar Almanlar. İtalya da güneyden saldırıyor Fransa’ya… Durum böyle olunca İngiltere ve Fransa, Türkiye’ye “Haydi bakalım, ne zaman giriyorsunuz savaşa?” diyor. Bu talep TBMM’ye geliyor. Meclis’te o konuda değişik görüşler var. Bir tarafta “sözümüzü tutalım, ayıptır, savaş ilan etmeliyiz İtalya’ya” diyenler, diğer tarafta da tarafsızlığı sürdürmek isteyenler. Meclis toplantısı sırasında İnönü, Cumhurbaşkanı olarak TBMM binasına geliyor. İki-üç gün süre kazanmak için bir cumhurbaşkanı, milletvekilleri ile kulis yapıyor TBMM binasında.
 
İsmet Paşa’nın kazandığı o zamana kadarki süre içinde, Fransa çöktü, Almanya’yla işbirlikçi bir rejim kuruldu güneyde. Türkiye, anlaşmayı, Fransa’da çöken yönetimle yapmıştı. Fransa’daki yeni rejim, artık Mihver’den yana olduğu için Türkiye’nin savaşa girmesini zaten istemiyor. Ama, işgalden sonra Fransa’da bir direniş hareketi oluşuyor. Direnişçiler de Türkiye’yi savaşa çağırıyor. Onunla birlikte İngiltere de istiyor Türkiye’nin Mihver’e karşı savaşmasını.
 
Daha sonra Almanya, İngiltere’ye saldırma hareketlerini sıklaştırıyor. Londra, Türkiye’den talebini yineliyor. Türkiye de bu sefer antlaşma kapsamında kendisine vadedilen silahları istiyor. Ama İngilizlerin de silaha ihtiyaçları var, bize de verebilecek halleri yok. Yaptığımız antlaşmanın protokollerine göre, silahların gelmesi lazım ki, katılalım savaşa. 
 
İnönü, savaşa girmeme sürecini ve genel karar alma düsturunu ileride şöyle özetlemiştir:
 
“Çok önemli hadiselerde bir karar vereceğiniz zaman hemen vermeyin, 24 saat bekleyin. Kararınızı verdikten sonra da uygulamak için 24 saat boyunca bekleyeceksiniz. Ben bu sayede savaşa girmekten kurtuldum.”
 
Aslında, Türk-İngiliz-Fransız anlaşmaları hazırlanırken bütün ihtimalleri gözetmişti İnönü yönetimi. O ihtimallere gizli protokoller yoluyla, Türkiye’nin silah ve mühimmat ihtiyacının karşılanması gerektiğini şart haline getirmişti. Ayrıca, savaş sırasındaki diğer ihtiyaçlar için mali yardım yapılmasını da şart koşmuştu.
 
Gizli protokollerde bir de daha sonraları ‘Sovyet rezervi’ diye anılacak olan bir madde vardı. Özeti şuydu: Türkiye, İtalya’nın Fransa’ya saldırması halinde, Fransa’nın safında savaşa girecektir ama, bu davranışının, kendisini Sovyetler Birliği’yle de savaş haline sürüklemesi ihtimali ortaya çıkarsa, o yükümlülüğünü, yerine getirmekten vazgeçebilecektir. O ihtimalin takdiri de Türkiye’nin kararına bağlıdır. Onu da gerekçe halinde öne sürüyor İnönü yeri geldikçe.  

Churchill, İnönü’ye nasıl yakalandı?

-Tabii 1941’in Haziran’ında Almanya, ‘Barbarossa Harekâtı’ denilen ‘Rusya’ya hücum’u başlatarak Sovyetlerle antlaşmasını bozuyor ve Rusya’ya saldırıyor. ABD’nin Rusya’ya verdiği destekle Stalin, Roosevelt ve Churchill’den oluşan ‘The Big Three’ (Üç Büyükler) ittifak oluşuyor. Bu üçü de ilerleyen dönemde Türkiye’ye savaşa girmesi için baskı yapıyor. Hatta hikayeler de vardır İsmet Paşa’nın temaslarıyla ilgili…

Kahire Konferansı’ndan ilginç bir hikâye vardır.
 
1943’ün Kasım ayında Roosevelt ve Churchill, Sovyetler’in olmadığı o toplantıya çağırıyor İnönü’yü. Burada İnönü’ye yine baskı yapılıyor: “Almanlar ve İtalyanlar’a karşı savaş gir, yeni cephe açılsın, Sovyetler iyice rahatlasın, oraya savaşa giden Alman orduları azalsın” gerekçesiyle. Ama Paşa, o öneriye pek yanaşmıyor. 
 


ABD Başkanı Roosevelt, Türkiye Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve
Britanya Başbakanı Churchill Kahire’de (7 Aralık 1943)

O hikaye şu: Konferansın yapıldığı otelin bahçesinde bir sabah erken uyanıp yürüyüşe çıkıyor İnönü. Her tarafta uçaksavar topları ve askerler var. İçi sıkılıyor tabii, barış havasında bir yürüyüş olmuyor. Sabah, Roosevelt ve Churchill ile yapılan toplantının başlangıcında hal hatır sorulurken, İnönü yürüyüşünü anlatıyor, “Yürüyorum, her yerde uçaksavarlar. Harp alanı gibi her yer” diyor ve soruyor: “Almanlar buraya kadar gelir mi?” Churchill, ”Ooo, hiç belli olmaz, bakarsın hiç beklemediğin bir zamanda pat diye gelirler, vururlar” diyor. Durmuyor Churchill, “İki filo askerle geliyorlar. 24 tane uçaksavar bataryası bulundurmamız lazım burada” diye devam ediyor. 
 
İnönü ise, hızlıca, “Ha Sayın Churchill, daha önceki görüşmemizde İstanbul’un durumunu konuşurken, İstanbul’u korumak için birkaç batarya uçaksavar yetecektir diyordunuz. Burada avuç içi kadar yere 24 tane koymak yetmiyor, öyle mi?” diyor. 
 
Bunun üzerine ABD lideri Roosevelt gülerek, “Yakalandın Churchill, yakalandın” diye takılıyor İngiliz lidere. Daha sonra görüşmeler sertleşiyor. Müttefikler ‘arayı bozacağız artık’ mesajı verse de İnönü, hazırlıklar tamamlanmadan savaşa girmeyi reddediyor. Ama hazırlık aşamasındaki önlemlere katılmayı kabul ediyor. O arada Almanya’yla siyasi ilişkilerini kesme yolunda adımlar atıyor.
 
Savaş sona yaklaşırken artık Türkiye’nin savaş ilan etmesi gereği doğuyor. Çünkü Birleşmiş Milletler’in kuruluş toplantısı olacak San Francisco toplantısına katılmak istiyorlarsa devletler, savaşa girmeleri lazım. ‘Üç büyükler’ o kararlarını tüm ilgili devletlere bildiriyorlar.
 
O savaş ilan edilişi de ilginç, TBMM Türkiye’nin Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etme kararını alıyor. Ama bunun yürürlüğe giriş tarihinin bir-iki hafta sonra olmasını sağlıyor.
 
O bir-iki hafta içinde ise, artık Almanya’nın daha fazla savaşabilmesi imkânı daha da azalıyor. Ve Türkiye resmen savaşa girmiş olsa bile, fiilen hiçbir savaş hareketine sahne olmuyor. Özetle: Milyonların öldüğü İkinci Dünya Savaşı sonunda, Avrupa’da pek çok ülkenin sınırları değişmiş, devletler çökmüş, yenileri ortaya çıkmış, dünya düzeni değişmişken, Türkiye savaş yüzünden hiç can kaybı yaşamadan ve sınırının hiçbir noktası değişmeden çıkıyor o dönemden.


Churchill ve İnönü, Adana Yenice’deki görüşme sırasında (30 Ocak 1943)

– Siz İnönü’yle yıllar boyunca temas içindeydiniz. Günlük hayatta nasıldı? 

1950’de ben Ulus Gazetesi’ne başladığımda CHP Genel Başkanlığı, eski yerinde, yani 1. Meclis binasındaydı. Bir süre sonra orası sonuçta devlete ait bir bina olduğu için, partiyi taşıyarak oradan çıktı CHP yönetimi, bizim Ulus binasına taşındı. Ulus gazetesinin CHP’ye ait olan binasına. Bizim o binada büyük bir muhabir odamız vardı, orada çalışırdık. Sonra bizi küçücük bir odaya soktular. Oraya CHP’nin genel idare heyeti birimleri yerleşti. İnönü’nün makamı da gene Ulus binasının bir odası oldu. Daha sonra gazetede biraz tasfiye yaptılar, 6 kişiye indi bizim kadro, daha küçük bir oda da muhabirler odası oldu, istihbarat şefliğiyle birlikte. Dolayısıyla biz aynı binayı kullandık. CHP genel yönetimiyle koridorda rastlaşıyorduk. İsmet Paşa da eğer acelesi yoksa bize merhaba diyordu. Merhaba deyince, bazıları elini öperdi, bazılarıyla el sıkışırdı Paşa.


İsmet İnönü e büyük değer verdiği bilinen ailesi: Soldan sağa: Mevhibe,
Özden, Erdal, İsmet ve Ömer İnönü

58 yaşında İngilizce öğrendi

İnönü’nün elini öptürme gibi bir merakı yoktu ama, elini öpmek isteyenlerin hamlesini reddetmezdi. Çünkü reddetmenin, onların samimiyetle başlattığı bir sevgi ve saygı girişimini geri çevirmesi gibi anlaşılacağından ve bunun onları gücendireceğinden kaygı duyardı. Sanırım, o kaygısında haklıydı.  
 
CHP’nin Meclis’teki grup odasında satranç tahtası vardı. Bazen siyasetçi arkadaşlarıyla, bazen de gazetecilerle satranç oynamayı severdi. 
 
Ben daha sonraki yıllarda, 1960’lı yılların sonlarında, Ulus Gazetesi’nin neşriyat müdürü olmuştum. İsmet Paşa, haftada bir-iki defa beni çağırır, görüşürdü. Hem gazeteyi okurken ilgilendiği bazı konularda soru sormak için, hem de bazen görüşlerini belirtmek için… Evine çağırırdı. Çay “ısmarlar”dı kendi deyimiyle. Olaylar hakkında sorular sorar, düşüncelerini açıklardı. O ziyaretlerde dışarda hava iyiyse, bahçede yürümek isterdi. Koluna girerdim, birlikte yürürdük, bazı gelişmeleri anlatmamı isterdi. 58 yaşından sonra İngilizce öğrenmişti. Dünyada olan biteni kendisi okumak ister, eve getirttiği Associated Press Ajansı’nın bültenlerini okurdu. Yani hem Türkiye’deki, hem de dünyadaki olaylarla her zaman yakından ilgilenirdi, en ileri yaşlarındayken de…  

Dersim olayları ve İnönü

– Cumhuriyet’in ilk yıllarının en kara olaylarından biri de Dersim olayları. İsmet Paşa, ilk harekât yapılırken Başbakandı. Sonraki operasyonlar sırasında Başbakanlıkta görevi devrettiği Celal Bayar vardı. İnönü için bunun muhasebesini nasıl yapmak gerekir? 

Cumhuriyetin baştan itibaren en önemli meselelerinden biri, yeni rejime karşı yurt içinde kendini gösteren hareketlerdi. Bunlar Kurtuluş Savaşı’nda da kendini göstermişti. Cumhuriyet sonrasında da ortaya çıktı. Biri Şeyh Sait olayıydı. Bu, 1925’te çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu’nun gerekçesini oluşturdu. Daha sonra da 1930’ların sonlarına doğru Dersim olayları yaşanmıştır. Her iki dönemde de İnönü başbakanlık yapmıştı ve sert önlemler almak zorunda kaldığı zamanlar olmuştur.  
 
Tunceli’de de çok üzücü olaylar olduğu muhakkak. Sertlikler ne ölçüdedir, rivayetler muhtelif. Bunlar Cumhuriyet döneminin zor ve üzülerek hatırlanacak sayfalarındandır. İsmet Paşa’nın o sertliklerin doğrudan doğruya başında olduğuna dair bilgi bende yok. Ayrıca, onun başbakanlığı Dersim olaylarının başlangıç döneminden sonra sona ermişti. Yerine Başbakan olarak Celal Bayar görevlendirilmişti.


İsmet Paşa, Hüseyin Cahit Yalçın’ı ziyaret için
Üsküdar Paşakapısı cezaevi önünde (1952)

– Eski Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in 1986’da harekâtla ilgili olarak Kılıçdaroğlu’na “Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içerisinden bunları fare gibi zehirledi” dediği belirtiliyor…

Ben İhsan Sabri Çağlayangil ile bir sözlü anı çalışması yapmıştım, Milliyet’te yayınlandı bu. Harekât sırasında Emniyet Genel Müdürlüğü’nden, görevli olarak Tunceli’ye gidiyor. Çağlayangil, Dersim hadisesinde Seyit Rıza

– Demokrasiye geçişin sancılı anılarından biri de 1946’da ‘açık oy, gizli sayım’ yapılarak gerçekleştirilen ilk çok partili seçim…

Evet, 1945’ten itibaren demokrasiye geçiş süresi başlamış, ama onun gereği olan yasa ve uygulama değişikliklerinin sadece bir kısmı tamamlanmış. Mesela seçimlerde o vakte kadar, seçmenlerin tümünün kullandığı oylarla, önce ‘ikinci seçmen’ler seçiliyor. Milletvekillerini, sayıları çok fazla olmayan o ikinci seçmenler seçiyor… Bu eski usul, kaldırılmış. Artık, milletvekillerinin seçimi tüm seçmenlerin hep birlikte direkt olarak kullandıkları oylarla yapılıyor.
 
Bu düzenleme yapılmış. Ama seçmenlerin oy kullanmasının ‘gizli’, oyların sayılmasının ise ‘açık’ olduğu kuralını uygulamaya geçiren yasa değişiklikleri yapılmamış. Oysa, ‘ikinci seçmen’li ‘tek parti’ seçimlerinde gerekli görülmeyen o kural, artık ‘çok partili demokratik seçim’in “olmazsa olmaz” kuralları arasında.
 
Ayrıca, seçimlerin güvenliğinin kontrolüyle ilgili kurallar da eskisi gibi kalmış… O kontrol görevinin, o zamana kadarki hükümetin atadığı devlet memurları ile tek parti dönemindeki tek listeden seçilmiş olan belediye başkanlıklarında bulunması usulü devam etmiş…
 
1946 seçiminde de bazı seçim bölgelerinde, seçim güvenliğini sağlamakla görevli olan idare amirleri ve belediye başkanları arasında o zamana kadarki iktidar partisini kayırma eğilimi kendini göstermiş… Özellikle o zamana kadarki iktidar partisinin, yani CHP’nin bakanlarının aday olduğu birkaç yerde seçim sonuçlarını etkilemek için bir şeyler yapmışlar seçimi kontrol etmekte olan bazı görevliler. Bunlara yapılan itirazlar da gereği gibi muamele görmemiş. Bu duruma, tabii, Demokrat Parti şiddetle itiraz ediyor. Kendi partilerinden seçime katılanlardan 60 küsuru seçilmiş ama, o sayının daha fazla olması gerekiyor, partinin elindeki verilere göre…
 
Gerçi şöyle bir durum var: O itirazların hepsi, kabul edilse, partilerin milletvekili sayıları yeniden belirlense de DP’nin ulaşacağı milletvekili sayısı, kendisini CHP’nin iktidarı kaybetmesine yetecek kadar değil. Çünkü, DP, seçimler ‘erken seçim’ olarak yapıldığı için, ülkenin her yerinde seçime girecek kadar örgütlenmeye fırsat bulamamış. Seçim kanununa göre bir ilde seçime katılmak için, orada örgütünün bulunmuş olması lazım partilerin. O yüzden birçok ilde aday gösterememiş.
 
Tabii, o da ayrı bir eleştiri konusu… DP’lilere göre CHP iktidarı, 1946 seçimini muhalefeti hazırlıksız yakalamak için erkene almış. Siyaset diliyle bir ‘baskın seçim’ yapmış. 1946 seçiminden sonraki tartışmalarda bu konu da ortaya çıkıyor… Ve bütün bunlar bir araya gelince, en azından yeni seçim için, hiçbir şüpheye meydan vermeyecek yeni bir seçim kanunu hazırlanması talebi ön plana çıkıyor. Ve 1947’de İsmet İnönü’nün girişimiyle iki parti arasında o konuda bir uzlaşmaya varılıyor. 
 
İktidardaki CHP ile muhalefetteki DP arasında öyle bir ortak çalışma yapılıyor ki, Demokrat Parti’nin tüm itirazlarını giderecek ve 1950 seçimlerini hâkim güvencesi altına alıp, hükümetin yetki alanından tamamen çıkaran tüm önlemleri içeriyor.
 
Ve o iktidarla muhalefetin ortaklaşa çalışarak hazırladığı seçim yasası Meclis’te iki partinin ittifakıyla çıkarılıp yürürlüğe giriyor. 1950’nin Mayıs’ındaki genel seçimde, hiçbir ciddi soruna yol açmayacak şekilde uygulanıyor. Ve ülkede iktidar değişiyor. 27 yıllık CHP iktidarı sona eriyor. Demokrat Parti iktidarı dönemi başlıyor.
 


İnönü – Menderes

Hedefi demokrasiydi

– Çok partili döneme geçişi konuşalım. Kurtuluş Savaşı komutanı İsmet Paşa, sandığa gidiyor ve yeniliyor. Milli Mücadele paşası, muhalefet yapmaya başlıyor Meclis’te. Bunun etkileri ne oldu İnönü’ye?

Türkiye’de demokratik hayata geçilmesi, 2. Dünya Savaşı’nın Avrupa’daki bölümünün bitmesinden hemen sonra oldu; savaşın Avrupa’daki bölümü biter bitmez, İsmet Paşa 1945’teki 19 Mayıs töreninde, Ankara’da, 19 Mayıs Stadı’ndaki törende bir konuşma yaptı. Ülkenin temel konularına değindi. Almanya, 8 Mayıs 1945’te teslim olmuştu. İnönü o nutkunda bir şekilde demokrasiyi de ima eden bazı sözler söyledi. İhtiyatlı konuşmuştu. Ama söyledikleri kısa zamanda gerçekleşti. Cemiyetler Kanunu değişince yeni partiler kuruldu. CHP’de de Celal Bayar ve Adnan Menderes, o sıralar parti içi muhalefete başlamışlardı. Paşa o harekete yeşil ışık yaktı, diğerlerine de karşı gelmedi. Bunlar normal şeyler olsun istedi. Ona göre başka bazı kanun değişiklikleri yapıldı. Öyle bir dönem geçti.
Parti içinde de bu gidiş, ‘erken değil mi’ tartışmaları başladı. İsmet Paşa’nın tezi şuydu: “Yüzme öğrenmek için denize girmek lazım”. 
 
Genel hedef ne? Çağdaşlaşma… O sırada dünyada en çağdaş ne varsa o tarafa doğru gidilecek. Devlet yönetiminde, çağdaşlık, herhalde mutlak krallıklar, padişahlıklar, imparatorluklar değildir. Hatta cumhuriyet de tek başına değildir. Demokrasidir. Onu da hedef olarak görüyordu.
 
1950 seçiminden önce muhalefetin itirazlarının büyük çoğunluğunu kabul ederek, onların tekliflerinin yasalaşmasını sağladı. 1950’deki seçim kanunu çalışmalarında, DP ne istediyse çoğunu onaylayarak, 1950 Mayıs’ındaki seçimde iktidarı kaybetme ihtimalini de göze almıştır. Ve o seçimde, seçimi kaybetti İnönü. Seçimleri kaybedince İsmet Paşa “Benim bu mağlubiyetim en büyük zaferimdir” demiştir. Ben de buna inanıyorum. Demokrasiyi benimsemişti, sevmişti. Ondan sonraki hayatı da demokrasiyi savunmakla geçti. 


Ankara, sene 1955, beş yıllık gazeteci Altan Öymen Demokrat Parti iktidarının CHP’nin mallarına el koyma kararını protesto ederken polis tarafından götürülüyor… Fotoğraf: Hüseyin Ezer

– Demokrat Parti dönemi istendiği gibi gitmiyor. 1960’a doğru ordu içinde huzursuzluk başlıyor. İnönü, karşı çıkıyor ordudakilerin darbe isteğine. Hatta Meclis kürsüsünden DP sıralarına “Sizi ben bile kurtaramam” diye sesleniyor. Neden karşı çıkıyordu darbeye İnönü? 

Zaten karşıydı. Ayrıca, demokrasiyi getirmek istiyor. Bir darbe kendisi için de bir mağlubiyet olacak. ‘Paşam demokrasi getirdin ama işte ondan sonra böyle bir şey oldu’ denilecekti. Darbenin de mahzurları zaten ortaya çıktı. Türkiye’nin 1950’deki demokrasiye geçmesine bakılırsa bunun örneği de çok fazla yok dünyada. İyi kötü devamlılık açısından 1945’i baz alırsak, bundan sonrasının büyük kısmını Türkiye darbesiz yaşadı, darbe dönemleri 3 sene, 2 sene kadardır. Yunanistan’da bir darbe yapıldı 8-9 sene kaldı cuntacılar, Kıbrıs hadisesi olmasa daha da kalacaklardı… Haritada Türkiye ve komşularına bakarsan bunların çoğu, hele güneydekiler, Türkiye ile aynı sosyolojik şartlar altındaki ülkelerdir. Siyasal ve sosyolojik açıdan Osmanlı İmparatorluğu’nun eski parçalarıdırlar. Okuma yazmadan tut, sanayiye kadar aynı şartlar altındaydılar. Hiçbiri devamlı bir demokrasiye kavuşmadı bunların. İran, Suriye, Irak, Mısır, Tunus’tan Fas’a kadar git. Yukarıda, kuzeyde, Bulgaristan ve Yunanistan’ı söyledik, Romanya, Çekoslovakya, Polonya gibi ülkeler de Doğu Bloku’nda kaldılar ve demokrasiyi uzun süre görmediler. Zaten 1. Dünya Savaşı’ndan sonra, cumhuriyetler ilan edildiği veya hürriyetlerin ilk adımlarının atıldığı zamanlarda, bunlar devamlı olamadı bahsettiğimiz çoğu ülkede…

Bir grup subay, 27 Mayıs’ta Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk darbesini gerçekleştirdi (1960)

İnönü, idam cezasına karşıdır

– Yassıada Davaları’na karşı nasıl bir duruş sergiledi İnönü? 

İdamların engellenmesi için samimiyetle uğraştı İnönü. ‘İsteseydi yapardı’ denilemez. O sırada 27 Mayısçılara karşı ordu içinde ayrı bir grup kuruldu, bunlar unutuluyor. Bazı generaller eğer istediğimiz olmazsa meclisi de kapatırız diye imza attılar. 1960 Anayasası kabul edilmişti. O Anayasayı yeniden değiştirip yeni bir askeri yönetim kuracaklarını da Milli Birlik Komitesi’ne ilettiler.
 
Darbeden sonra, Yassıada duruşmaları bitince, Milli Birlik Komitesi tasdik ederse uygulanacaktı idam kararları. Kanun öyleydi. 15 idam cezası verilmişti Yassıada’da. İsmet Paşa, Cemal Gürsel’i ziyaret etti. Ayrıca bir mektupla dilekte bulundu. Dileği şuydu: “Bu mektubu Milli Birlik Komitesi’ne sunun, idamı önlesin komite.” Çünkü onlar karar verecek. Ama o mektubu okutturmuyorlar komite içindeki idam yancıları ve idamlara karşı olan bazı üyelerin de son anda fikirleri değişiyor, üç idam onaylanıyor komitece. Menderes’inki, intihar teşebbüsünden sonra erteleniyor. Bari onu kurtarmak istiyor İsmet Paşa, o da olmuyor. Bunda samimi tabii… İdam cezasını tasvip eden bir adam değil. Kurtuluş Savaşı sırasında da anılarında vardır: Çerkez Ethem gibilerle de mücadele etmek zorunda kalıyor. Çünkü adamlar başlarına buyruk, köylere giriyorlar kavga gürültü çıkaran yahut beğenmedikleri adamı idam ediyorlar kısa yoldan. Bunları önce mahkemeye sevk etmek gerektiğini anlatmaya çalışıyor. İsmet Paşa, bunu kabul ettirmekte zorlanıyor. Önce idam edip sonra yargılıyorlar, öyle şeyler oluyor. 1961’de de son ana kadar elinden geleni yapıyor, ilgililerin vazgeçmesi için idam cezalarının uygulanmasından.
 
İdam cezasına tamamen karşıdır İnönü. Yazdığı mektupta idam cezasının ne kadar sakıncalı olduğunu anlatmış ve bunu özel görüşmelerde de tüm ilgililere defalarca ifade etmiştir… Ama sonuç malum, kabul ettiremedi bazı ilgililere…


İsmet İnönü Anıtkabir’de (27 Mayıs 1969)


* Bu söyleşi ilk olarak T24 Yıllık’ın 2023 edisyonunda yayımlandı. 78 yazar, gazeteci, sanatçı ve çizerin katılımıyla hazırlanan 304 sayfalık T24 Yıllık’ın 2024 edisyonu da online kitap satış mecraları ve D&R mağazalarında.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir